Prof. Dr. Aziz Çelik: ’22 yıllık AKP iktidarının asıl kaybedeni emekçiler oldu’

Kocaeli Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Aziz Çelik: Hükümet ekonomideki zorlukları emeğe fatura edecek. Adına “sıkılaştırma” dedikleri bu politikanın özü emek gelirleri kısarak, talebi düşürmek ve bu yolla enflasyonu düşürmek.

Prof. Dr. Aziz Çelik: ’22 yıllık AKP iktidarının asıl kaybedeni emekçiler oldu’
REKLAM ALANI
Yayınlama: 01.05.2024
A+
A-

Kocaeli Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Aziz Çelik, seçim sonrası dönem emek açısından oldukça zor geçeceğini vurgulayarak, “Türkiye bir ücretliler ülkesi haline gelirken emeğin pastadaki payı azalıyor. 2002’de ücretle çalışanların istihdamdaki payı yüzde 50 idi. Günümüzde bu pay yüzde 70’in üstüne çıktı” dedi.

Prof. Dr. Aziz Çelik ile emekçilerin sorunlarını konuştuk.

AVRUPA’NIN EN KÖTÜSÜ

– Son 22 yılda çalışma yaşamı ve hak gasplarında nereden nereye geldik? Bu dönemin asıl kaybedeni kimler oldu?

22 yıllık AKP iktidarının asıl kaybedeni emek oldu. AKP bu 22 yıllık dönemde hem merkezi hem de yerel yönetimlerde tek başına iktidar oldu. Bu 22 yıl boyunca Türkiye ekonomisi birkaç yıl haricinde büyüdü, verimlilik arttı. Ancak emek açısından birçok alanda gerileme yaşandı.

AKP iktidara geldiğinde yüksek enflasyon düşüş eğilimine girmiş ve yüzde 30’un altına düşmüştü. Ancak özellikle başkanlık rejimi sonrasında enflasyon tekrar fırladı. Resmi TÜİK verilerine göre yüzde 70’lerin üzerine çıktı. Ancak bu verilerin sağlıklı olmadığı biliniyor. Yüksek enflasyon emek gelirlerinin (işçi, memur, emekli) en büyük düşmanıdır. Yüksek enflasyon emme basma tulumba gibi emek gelirlerini varlıklı sınıflara azaltır, gelir bölüşümünü kötüleştirir.

Türkiye’de bölüşüm ilişkileri hem bireysel hem de sınıfsal olarak bozuluyor. Türkiye bireysel gelir eşitsizliği açısından Avrupa’nın en kötü ülkesi. Bireysel gelir eşitsizliğini ölçen Gini katsayısı AB 27’de 0.30 iken Türkiye’de 0.42’nin üstünde. Bazı AB ülkelerinde Gini katsayısı 0.22’ler düzeyine gerilemektedir. Yüksek Gini katsayısı gelir dağılımın kötü olduğu anlamına gelir.

Türkiye bir ücretliler ülkesi haline gelirken emeğin pastadaki payı azalıyor. 2002’de ücretle çalışanların istihdamdaki payı yüzde 50 idi. Günümüzde bu pay yüzde 70’in üstüne çıktı. Buna karşılık emeğin gayri safi katma değer içindeki payı mutlak olarak azaldı. Artması gereken pay düştü. Esas mesele budur. Bu bozulma özellikle Başkanlık rejimi sonrasında iyice arttı. 2016’da yüzde 36’ya yükselen emek payı başkanlık rejimi sonrasında hızla düşerek yüzde 26’lar seviyesine geriledi. Başkanlık rejiminin kaybedeni emek oldu. Aynı şekilde son yıllarda işçilerin reel ücretlerinde önemli bir gerileme yaşandığını görüyoruz.

100 İŞÇİNİN 95’İ TOPLU SÖZLEŞMESİZ

– Türkiye’de sendikalaşma oranı da toplu sözleşme yapma hakkına sahip çalışan oranı da çok düşük. İşçilerin örgütlenmesinin önündeki temel problemler neler, bunun için hangi adımlar atılmalı?

2010’lu yıllarda sendikalı işçi sayısında taşeron işçilerin kadroya alınması nedeniyle artış olsa da sendikalaşma özellikle de toplu iş sözleşmesi kapsama oranlar çok düşük. Resmi sendikalaşma oranları yüzde 14 civarında olsa da bunun ağırlıklı bölümü kamu ve belediyelerden oluşuyor. Özel sektörde sendikalaşma çok daha düşük. Öte yandan asıl önemli olan sendikalı işçi sayısı ve sendikalaşma oranı değil toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı ve oranıdır. Türkiye bu açından vahim durumdadır. Türkiye OECD’nin en düşük toplu iş sözleşmesi kapsama oranına sahip ülkesidir. Toplu iş sözleşmesi kapsamı tüm işçilerde yüzde 10 civarında iken özel sektörde yüzde 5’in altındadır. Türkiye’de özel sektörde çalışan her 100 işçinin 95’i toplu sözleşmesizidir. Sendikalaşma oranlarında dünyada son dönemlerde bir düşüş olsa da toplu sözleşme kapsamı gücünü koruyor. Avrupa ülkelerinde toplu sözleşme kapsama oranı yüzde 60’lar düzeyindedir. Bunun nedeni teşmil (toplu iş sözleşmelerinin sendikasız işçiler ve işyerlerine uygulanması) mekanizmasıdır. Üye sayıları daha sınırlı olan sendikalar toplu iş sözleşmeleri yoluyla çok büyük bir çalışan kitlesini koruma altına alıyor. Türkiye’de teşmil var ama uygulanmıyor.

Sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi kapsamının çok düşük olmasının önünde mevzuat ve uygulamadan kaynaklanan engeller var. Anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkı işverenler tarafından bedeli ödenerek ortadan kaldırılabiliyor. Gerçek bir iş güvencesi yok. Sendikal örgütlenme adeta bir deli gömleği gibi. Acilen sendikal güvencelerin artırılması ve sendikaların toplu iş sözleşmesi yetkisi almasını zorlaştıran düzenlemelerin ortadan kalkması lazım. Öte yandan idare ve kolluk kuvvetleri sendikal örgütlenme sırasında hukuksuz davranıyor. Hukuku korumakla yükümlü kolluk kuvvetleri işverenin özel kolluk gücüne dönüşebiliyor.

SONUÇLARI AĞIR OLACAK

– Ekonomik krizin faturası önce işçilere çıkarılıyor. Enflasyon altında en çok ezilenler ücretliler ve emekliler. Bu yıl çalışanlar açısından nasıl bir yıl olacak?

Seçim sonrası dönem emek açısından oldukça zor geçecek. Hükümet ekonomideki zorlukları emeğe fatura edecek. Zaten bunu saklamıyorlar. Vahşi neoliberal bir ekonomi programı uygulanacak. Enflasyonun altında ezilen çalışanlar enflasyonun sebebi olarak gösteriliyor. Adına “sıkılaştırma” dedikleri bu politikanın özü emek gelirleri kısarak, talebi düşürmek ve bu yolla da enflasyonu düşürmek diğer bir adıyla kemer sıkma politikasıdır. Bu klasik neoliberal ezberdir. Başka yol bilmiyorlar. Ellerinde sadece çekiç olunca herkesi çivi olarak görüyorlar.

Teşhis yanlış olunca tedavi hastayı öldürür veya sakat bırakır. Türkiye ekonomisinde olan budur. Enflasyonun sebebi aşırı şirket kârları ve fiyatlaması ile döviz kurlardır. Emek gelirleri sebep değil sonuçtur. Ancak neoliberalizme iman etmiş anaakım yaklaşıma sahip ekonomi yönetimi halkın gelirini düşürerek enflasyonla mücadele etmeyi hedefliyor. Bunun sonuçları ağır olacak. Emek gelirleri düşecek, yoksullaşma artacak, gelir bölüşümü bozulacak. Ayrıca gelirin ve talebin düşmesi ekonomiyi yavaşlatıcı bir etki yapıp işsizliği de artırabilir.

ÇALIŞMA SAATİ 37.5’E İNMELİ

– 1 Mayıs çalışma sürelerinin düşürülmesi talebinden doğdu? Türkiye’de çalışma sürelerinin düşürülmesi gerekir mi?

1 Mayıs çalışma sürelerinin kısaltılması talebinden, 8 saatlik işgünün talebinden doğdu. Bu yolda çok yol alındı. 19. Yüzyılda 3 bin 200 saate ulaşan yıllık çalışma süreleri dünyanın bazı bölgelerinde 1300 saate kadar geriledi. Ancak uzun çalışma süreleri hala çok önemli bir sorun. Türkiye’de de hem yasal hem de fiili çalışma sürelerinin uzunluğu büyük bir sorun.

Türkiye’de cumhuriyet dönemi boyunca yasal haftalık çalışma süresi sadece üç saat kısaldı. Osmanlı’da Mecelle’ye göre çalışma süresi gün doğumundan gün batımına kadardı. 1926 Borçlar Kanunu ile çalışma süresi tarafların sözleşmesine bırakıldı. 1936 İş Kanunu ile 48 saat olarak belirlenen haftalık çalışma süresi 1983’te 45 saate indirildi ve halen işçiler için 45 saat. Haftalık yasal çalışma süresi 100 yılda sadece üç saat kısaldı.

21. yüzyılda hâlâ resmi haftalık 45 saat ve fiilen daha uzun çalışma süresi kabul edilemez. İşçiler için yasal haftalık çalışma süresi ücretlerde bir kesinti olmaksızın 37.5 saat olmalı ve ücretli hafta tatili iki güne çıkarılmalıdır. Yasal çalışma süresinin üzerindeki keyfi çalıştırmalar engellenmelidir. Herkesin çalışması için herkesin daha az çalışması gerek.

ÇALIŞMA DAHA ESNEK VE BELİRSİZ OLUYOR

– Pandemi ile birlikte çalışma şekilleri de değişti. Esneklik adı altında çalışanların hak kayıpları oldu. Esnek çalışma biçimleri ve hak kayıpları artar mı?

Pandemi özellikle uzaktan ve evden çalışma biçimlerinde bir artışa yo açtı. Bunun bir kısmı kalıcılaştı. Özellikle hizmet sektöründe esnek, uzaktan ve güvencesiz çalışma biçimleri arttı. Uzaktan ve evden çalışma çalışan lehinde düzenlenmediği sürece çalışanlar için ciddi hak kayıplarına yol açıyor. Özel yaşam alanını da işgal ediyor. O yüzden erişilmeme hakkı günümüzün önemli meselelerinden birisi. Teknolojik gelişmeler iş yükünü ve yoğunluğunu artırıyor. Çalışan şirket için her an erişilebilir hale geliyor. Böylece çalışma saati sınırlamaları ortadan kalkıyor, çalışma daha esnek ve belirsiz hale geliyor.

Pandemi ile birlikte online alışverişin ciddi biçimde artması bu alanda esnek ve kuralsız çalışma biçimlerini gündeme getirdi. Platform çalışması arttı. Burada da ciddi hak kayıpları var. Bu tip çalışanların iş hukukundan kaynaklı haklarını ortadan kaldırmak için işçi statüsü dışında sözde kendi hesabına çalıştırma gündeme geliyor. Platform çalışmasının (kurye ve uzaktan çalışmanın çeşitli biçimleri) çalışanları koruyacak şekilde yeniden düzenlenmesi lazım. Düpedüz işçi statüsünde olanlar ve şirketlere bağımlı çalışanlar sırf iş hukukundan yararlanmasınlar diye “esnaf” olmaya zorlanıyor.

SENDİKALAR AKP KONTROLÜNE GEÇTİ

– Yeni dönemde işçi sendikaları ve konfederasyonlara neler düşüyor. Onlar gerçek anlamda sınavdan başarılı çıktı mı, yeni dönemde nasıl bir mücadele yöntemleri olmalı?

Bağımlı, ücretli çalışma ilişkisinde çalışan tek başına güçsüzdür. İşte bu yüzden iş hukuku ve sendikal haklar vardır. Çalışanın korunması için koruyucu bir sosyal mevzuat kadar çalışanların örgütlü gücü çok önemli. Bunun da yolu sendika ve toplu pazarlık şemsiyesi altında olmak.

Türkiye’de son 22 yılda sendikaların ana gövdesi sınavdan başarılı olmadı. Kimliğini, kişiliğini kaybetti. Hiçbir zaman olmadığı kadar hükümet güdümüne girdi. Hak arayan, hesap soran, çalışanların haklarını savunan bir sendikal hareketten ziyade hükümete yakın hatta hükümet güdümlü bir sendikal harekete tanık olduk. Acı ama gerçek bugün sendikal hareketin ana gövdesi hükümet kontrolü altındadır. Bunca pahalılık, bunca hak kaybı karşısında ana akım sendikacılıkta yaprak kıpırdamıyor. AKP’li yıllarda sendikacılık alanında da bir otoriterleşme yaşandı. Sendikaların toplumsal ve demokratik refleksleri azaldı. Sendika içi demokrasi zayıfladı. Sendikaların çoğunda da tek adam rejimi oluştu. Lider kültü arttı. Bu durum sendikaların büyük bölümün AKP tarafından kontrolünü kolaylaştırdı. Türkiye’de 2010 yıllarda otoriter korporatist ve sembiyotik bir sendikal rejim inşa edildi. Otoriter rejim otoriter bir sendikal hareket oluşturdu.

Sendikaların yeniden birer hak arama örgütü haline gelmesi lazım. Çok sayıda tekil işçi hareketi ve direnişi var. Ancak merkezi ve ortak bir tepki yok. Tekel direnişinden bu yana güçlü bir işçi eylemi yok. Türk-İş ve Hak-İş işçi hareketini iyice uysallaştırdı ve hak arama bilincini köreltti. Dahası 2010’dan önce Emek Platformu çatısı altında ortak hareket eden emek ve meslek örgütleri arasında birliktelik ortadan kalktı. Bazı büyük konfederasyonlar emek örgütlerinin ortak hareketinden ziyade işveren örgütleri ile hükümeti destekleyen girişimleri tercih ediyor. Sendikal hareketin ana gövdesi kimliğini, kişiliği kaybetti. Sendikal hareketin kendine gelmesine, ortak hareketine ve demokratikleşmesine ihtiyaç var.

ÖZGÜRCE SENDİKA SEÇİMİ OLMUYOR

– 31 Mart seçimlerinden sonra belediyelerde yeni bir dönem başladı. Bu belediye çalışanları açısından nasıl değerlendirilmeli?

31 Mart seçimlerinin sonuçları belediye çalışanlarını yakından ilgilendiriyor. Belediye çalışanları kamu çalışanlarının önemli bir bölümünü oluşturuyor. Belediye çalışanlarının öne çıkan bazı sorunları var. İlki taşeron şirket işçilerinin belediye kadrolarına değil belediye iştiraki şirketlere (BİT’ler) alınması. 670 bine yakın belediye işçisinin 625 bini belediye şirketlerinde çalışıyor. Kamu işçisi statüsünde değiller. Kamu işçisi niteliğinde kadrolu belediye işçisi 40 bin civarında. Kadrolu işçilerle belediye şirketlerinde çalışan işçiler arasında önemli farklar var. Ancak bu merkezi hükümetin bir politikası, yasal düzenlemeyle yapılmış. Bu yüzden CHP’li yerel yönetimler tarafından çözülmesi zor.

Bir diğer mesele çalışanların özgürce sendika seçmesinin önündeki engeller. Yerel yönetimlerde uzunca bir süredir oluşan AKP’ye yakın sendikal yapının işçilerin iradesi doğrultusunda değişmesinin imkanları arttı. Belediyelerde son on yılda asimetrik bir sendikalaşma yaşandı. 2013’te siyasi iktidara yakın Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş’in üye sayısı 51 bin, Türk-İş’e bağlı Belediye-İş’in 41 bin, DİSK Genel-İş’in 41 bin idi. İşçilerin yüzde 38’i Hak-İş’e üyeydi. 2019 Ocak ayında Hizmet-İş’in üye sayısı 315 bine çıkarken. Genel-İş’in ve Belediye-İş’in 80-90 bin üyesi vardı. Hizmet-İş’in üye oranı yüzde 65’e yükselmişti. Bu asimetrik bir yükselişti ve Hizmet-İş’in siyasi iktidar ve yerel yönetimlerce korunup kollanmasının sonucuydu. Nitekim 2024 Ocak ayına gelindiğinde Hizmet-İş’in üye sayısında bir miktar azalma ve diğer iki sendikanın üye sayısında ciddi bir artış yaşandı.

İŞVEREN SENDİKACILIĞINDAN VAZGEÇMELİ

– Özellikle muhalefet partileri belediyelerde çalışanlar açısından nasıl bir yol izlemeli?

Sendikalı işçilerin büyük çoğunluğu genel hizmetler işkolunda. Bu işkolu sendikalaşmanın en yüksek olduğu işkolu. 31 Mart’ın sonuçları demokratik ve işçilerin özgür iradesine dayalı bir sendikacılığın gelişmesine yol açmalı. Yerel yönetim kamu işvereni işçilerin sendikal tercihine karışmamalı ve sendikal haklara saygı duymalıdır. AKP’li belediyelerde yaşanan sendikal baskılar ve kayırmalar muhalefetin belediyelerinde olmamalı. Öte yandan işçilerin sendikal veya siyasal tercihi nedeniyle işten çıkarma asla söz konusu olmamalı.

Kamu hizmetinin daha nitelikli ve yaygın hale gelmesi için belediye çalışanları ve sendikalar ile işbirliği artırılmalı. Çalışanların ve sendikaların yerel yönetim hizmetlerinde temsilini ve katılımı sağlayacak demokratik çalışma ilişkileri tesis edilmeli. CHP baştan beri hatalı bir girişim olan yerel yönetimler işveren sendikacılığından vazgeçmelidir. Kamu işçilerin karşına bir işveren örgütü olarak çıkamaz. Bu nedenle muhalefet belediyeleri yerel yönetim işveren sendikalarının kapatılmasını savunmalı.

REKLAM ALANI
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.